Fatma Berber ile Sümeyra Gümrah Teltik’in hazırladığı ve Düşbaz Kitaplar’ın yayımladığı Bir Porsiyon Sanat, yemekle sanat ve kültür arasındaki ilişkiyi ele alan kapsamlı bir çalışma. Yemek ve kültür-sanat ilişkisine dair incelemelerin ve resim, çağdaş sanat, müzik, edebiyat, sinema, mutfak sanatları, sosyoloji alanlarından 29 önemli ismin söyleşilerinin yer aldığı Bir Porsiyon Sanat, yemeğin kültürel ve sosyolojik bir malzeme olduğunu ortaya koyuyor.
Aşureyle cazı, menemen ile Kral Lear’ı, sufleyle kalp kırıklıklarını, Harry Potter’daki büyülü yemekleri birlikte düşünmek bir yana tarhanayı, kahveyi, çayı, çikolatayı, baklavayı, sütlü nuriyeyi, turşuyu, kuru fasulyeyi ve daha pek çok yemeği, yiyeceği, ürünü sanatsal eserlerin hikâyeleri üzerinden okuyacak, tekrar tanıyacak ve bir daha tatmak isteyeceksiniz. Baştan söyleyelim, bu kitap acıktırıyor. Hem bu lezzetleri yeniden keşfetmek istiyorsunuz hem de kitapta adı geçen her kitabı okumak, her filmi izlemek, her oyunu seyretmek, her eseri yeniden görmek…
Ayrıntı Yayınları’nın renkli markası Düşbaz Kitaplar’dan çıkan ve editörlüğünü Çağla Ağırgöl’ün yaptığı Bir Porsiyon Sanat’ta Zeynep Oral, Erhan Altunay, Cem Mansur, Aslı Perker, Hakan Bıçakcı, Osman Serim, Deniz Güvensoy, Ümit Ünal, İsmail Acar, Temür Köran, Sinan Büdeyri, Berat Çokal’a (Mösyö Şokola), Eren Noyan, Emre Kartarı, Okay Temiz, Günseli Kato, Özlem Kumrular, Gülçin Anmaç, Alin Taşçıyan, Refik Hakan Talu, Murat Güllü, Semih Kaplanoğlu, Sevin Okyay, Ahmet Ümit, Simge Günsan, Zafer Yenal, Rafet Arslan ve Serhan Bali’nin röportajları yer alıyor. Edebiyattan müziğe, sinemadan tiyatroya, resimden mimariye alanlarında tanınmış birbirinden bu kıymetli isimler kitapta hem kendi eserlerindeki yemeklerin hikâyelerini anlatıyor hem de yemek kültürü üzerinden bir toplumsal okuma yapıyorlar.
Tarih boyunca sanatsal üretimin en güçlü temalarından biri ve aynı zamanda çok önemli bir sosyolojik olgu olan yemek, hem bir ilham kaynağı hem de zaman zaman sanatın ta kendisi. Sanat eserlerinin sofralarıyla mutfağın sanatını buluşturan Bir Porsiyon Sanat, sanat tarihinde yemeğin gösterim şeklinin hikâyelerini hem eğlenceli hem de sorgulayıcı bir dille ele alıyor.
Yazar, çevirmen ve eleştirmen Sevin Okyay ile yemek sosyolojisi üzerine çalışan akademisyen Prof. Dr. Zafer Yenal’ın, kendilerinin de bir parçası oldukları kitap üzerine Ayşen Güven moderatörlüğünde gerçekleştirdiği söyleşi ise, Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nin YouTube kanalında izlenebiliyor.
Fatma Berber ve Sümeyra Gümrah Teltik’in hazırladığı Bir Porsiyon Sanat, raflarda ve internet satış sitelerinde!
SÜMEYRA GÜMRAH TELTİK HAKKINDA
Hayata dair sevgi sözcüklerinin yemeğe dair göndermelerle yapıldığı, birbirinden farklı iki kültürün kırması olarak doğdum bu topraklarda. Hamur işi ve et yemekleriyle İç Anadolu kültürü; çimen dışında her ottan yemek yapabilme kabiliyetine sahip Ege kültürü. Bu iki kültürün beni hepçil yaptığını söylemekten gurur duyarım. Uluslararası fuarlarda da saraydaki çeşnicibaşı misali her enteresan ve bilinmeyen yemeği tatmaya yollanan cengâver benim. Bir sanat olayında “Şuna bir bakar mısın? Senin bu yöndeki hislerin önemli,” haber olur mu diye sorulup altıncı hissine başvurulan köşe başı falcısı da benim. Yemeğe ve sanata sığınmam tam göbeğinde olduğumuz hunhar hayatın acıtan gerçekliğinden ve çok kıymetli Sevin Okyay’ın hakaret lügatimize en nahif kelime olarak kazandırdığı ruh emicilerden sığınmak içindi.
Dedikleri gibi hep bir orduya yetecek kadar yemek yaptım. Muzlu ekmekler, ten inceliğinde krepler, lolipop kekler, çiğköfteci dükkânlarıyla yarışır yalancı çiğköfteler, risottolar, sushiler, her sebzeden incecik cipsler, kâğıt kebapları ve tabii kendi suyunda pişmeyi becerebilen zeytinyağlılar… Tüm bunların sonucunda oğlumun Proust gibi anılarına dönmesini sağlayacak olan şey, elinde sipariş poşetiyle gelen “getir” kuryesine annesinin temassız şekilde okuttuğu kredi kartı olacak. Hayat ve çevremdekiler kimi zaman kabak tadı verince, kabağı az şekerle fırına verip soğuyunca tahin ve kaymakla süsledim. Fıstıklı baklava gibi sokulanların yağları gerçek olmadığı için vıcık vıcıktı, “Tokuz,” deyip bıraktım. Mutfağa kapanıp saatlerce yemek yapmak bir terapiydi benim için. Ne olacak ki en fazla, aldığın sebzeden çürük çıktı diye hayıflanırsın! Ya da yemeğin dibi tuttu diye! İnsanın çürüğüyle uğraş¬mak daha zor. Hele harlı ateşte pişmiş mizaçları dibi tutunca kazısan da çıkmaz. Van Gogh gibi tablolarımda patateslere yer veremem ama çeltik kebabı yaparken gerçek hayatta çeltemediğim insanların hıncını patatesten alabilirim. Ben öyle Dali gibi fasulyenin kılçığından savaşı resmedemem, lakin hayatımdaki kılçıklardan tablo yapmaya kalksam müzelerin gözünü döndürecek kişisel sergi açabilirim. Değil bir sergi açmak, bir tabloyu bile tamamlayamam muhtemelen ama ben tablolarımı evde yapmayı seviyorum. Onları yenilebilir kılıyorum. Her sofra bir tablo. Hani Van Gogh’un Patates Yiyenler tablosundan nasıl yoksulluk akıyorsa benimkinden çoğu zaman üşengeçlik akıyor olabilir ama kimi zaman Picasso’ya rahmet okutabilirim. Sanat insanlara hayatı sorgulatırken değerli kılar. Hayatıma değer katan bu kitaba ve hayatımı değerli kılanlara teşekkürlerimle.
FATMA BERBER HAKKINDA
Kara komedi tadında sürreal boyutta bir yaşamı olunca insanın, sanata tutun¬ması kaçınılmaz oluyor. Sanırım bu başka bir özgeçmişin giriş cümlesi olmalıydı. Aslında şunu demek istedim; kahkaha ve gözyaşı nasıl bir aradaysa benim için de ekşi ve tatlı kol kolaydı. San Sebastian Cheesecake ya da yeni keşfettiğim Japon bulutu tadında bir yaşamdı bir nevi. Tatlı niyetine başlarken hafif ekşi¬leşen; sonra yanık kokusu ve ardından nefis bir vanilya tadı… Profiterol ya da browni diyemiyorum çünkü onları çağrıştıran öyle tutkular yaşamadım. Çocukken annemin peşinde onun uzantısıymış gibi dahil olduğum mevlitlerde çıt çıkarmamak için küçücük odada gözlerim dolanırken zihnimden gerçekdışı şeyler üretirdim. Mevlidi başka bir ritimle dinlemeye çalışır; çocukluğumun tel dolaplarının ardına bakar, nasıl bir canavar çıkacak diye hayal ederdim. Zamanla tel dolapların arkasında olduğunu hayal ettiğim canavarlar hayatın içinde son derece zarif ve insani kılıkta peyda oldular. O yüzden tel dolaplara hiç ihtiyaç kalmadı. Salvador Dali gibi savaşın ortasında hıncımı ıspanaktan almadım belki ama bambaşka savaşlarda bambaşka mücadelelerin ortasında sanata tutundum. Yaşantımdaki sürrealist yolculuk Dali’ye rahmet okutur cinstendi; kendilerinin yolu Anadolu’ya düşseymiş yumurtanın beyazıyla, akıyla, kabuğuyla uğraşmayı görürmüş! Olsun, rengârenk çocukluğumu da yoluma çıkan kılçıkları da seviyorum. Belki Rossini gibi pirince aryalar düzmedim ama risottonun kıvamını ruhumda hissettim. Dere tepe sapaklı yollardan Borges’in çapaklı bahçesinden, cadıların arasından geçerek elimizde umutla taşıdığımız mumlarımızı söndürmemeye çalıştık. Yemeği yapmakta pek maharetli değildim ekürim Sümeyra gibi ama her şeyin üstüne denediğim farklı tatlılar ve pizzalar yaşamımda iflah olmaz keşif ruhumun parçasıydılar. Bu arada aramızda kalsın Sümeyra’nın insanlara bol bol yedirip ağızlarını doldurmasının nedeni beynindeki bulutları dalgalandırıp migrenini azdırmamaları. O köfteler boşuna milletin ağzına tıkıştırılmıyor!
Eğitimim sosyoloji, iletişim, müzik, sinema, uluslararası ilişkiler gibi nasıl disiplin¬lerarası ise yemek için de aynı şey geçerliydi. Yok, öyle reçeli peynirle yemek, tatlıya limon sıkmak gibi değil; bayağı sufleyi Kahlo ile anlatmak, yumurtayı Dali’nin sürrealizmine bandırmak gibi. Böyle uzaklara bakıp sentetik varlık sancısı çeken, dolambaçlı laflar eden sayıklamalarını sanat diye sunan insanlara inat sanatın efsanelerini hayatımızın, çocukluğumuzun, kendi yemeklerimizin izinde aramak beni çok heyecanlandırmıştı. Efenim, biz bu kafaya boşuna gelmedik; hayatımızdaki çetrefilli yollar, sapaklar ve elbette bitmez tükenmez sanat aşkı getirdi bizi buralara!
Çocukken annemle yaptığımız vanilyalı kurabiyelerden, “Moonlight Sonata” eşliğinde canım ağacın altında yediğim Rum kurabiyelerine…