- I -
 
Seçim siyasal konumlara gelecek temsilcilerin belirlenmesi işlemi ve sürecidir özetle temsil, meşruiyet, katılım ve iktidarı çağrıştırmakta. Seçim sistemi birtakım kurallar, teknikler, yöntemler, anlayışlar ile geleneklerden oluşur ve bu nedenlerle ülkeden ülkeye değişmektedir.
 
Seçim sistemi yani aynı sayıdaki geçerli oy miktarına uygulanan teknik ve yöntemler temsilci dağılımında farklı sonuçlar ortaya çıkardığından toplum gereksinimlerine uygun bir seçim sistemini oluşturmaya dönük tartışmalar süregelmiştir.
 
Genel anlamda bir seçim sistemi halkı temsil edecek iktidarın belirlenmesine yarayan yürürlüğe konmuş mevzuatın bileşenlerinden oluşan bütündür ve şeklen ilgili siyasal sistemi tarif eder. Siyasal sistem seçim sistemi yanında partilerin yapısı, seçim çevreleri gibi etkenlerle belirlenir.
 
Demokrasinin gerçekleşmesi açısından ideal temsil ölçüsü “doğrudan demokrasi”dir. Ancak doğrudan demokrasi biçimi erişilmesi mümkün olmamakla birlikte azami ölçüde yaklaşılmak istenen bir idealdi. Zira ne kaynaklık eden Atina site demokrasisi ne de Roma Devletinin sınırlı demokrasisi doğrudan demokrasi değildi. Günümüzde uygulanan şekli İsviçre’nin bazı kantonlarındaysa sadece idealize edilmiştir.
 
Yarı doğrudan demokrasinin uygulayım zorlukları “temsili demokrasi”yi doğurmuştur.  Temsili demokrasinin dayandığı temel çoğulculuk anlayışı ise katılım ve denetim gibi sorunlar içermektedir. Demokrasi anlamında günümüzde çoğu parlamenter sistem temel haklar ve özgürlükler konusunda bile sınırlı ve simgesel öğeler taşırken seçimlerde amaç düzenin meşruiyetiyle bireyin denetlenmesine kadar indirgenmiştir.
 
19.Yy sonuna kadar batıda topluma egemen varlıklı sınıflar seçme ve özellikle seçilme hakkını kendi sınıfına ayrıcalıkmış gibi gördüler.  Eski Yunan sitesinde vatandaşlar ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal haklara sahip sınıfı oluşturuyordu, kölelerin hiçbir hakkı yoktu. Romalılarda da halk meclislerine (Forum) katılım hakkı sadece Romalılara aitti ve merkezden uzaklaştıkça yönetime etkin katılım sınırlanmaktaydı yani Eski Yunan’dan daha da geri bir durumdaydı. 
 
Günümüzde sınıflı toplumdan hukuksal anlamda söz edilmese bile fiili anlamda sosyal-ekonomik ve kültürel nedenlerle siyasal katılım araçlarını toplumun üst kesimleri kullanmaktadır. Sınıf, ırk, din, dil, yaş, eğitim, cinsiyet ayrımı günümüzde de etkendir ve en önemli şart gene varsıllıktır. Kadınlar, zenciler, kentlerin yoksulları, kırsalın emekçileri uzun süre temsil hakkından yoksun tutulmuşlardır.
 
Siyasal partiler ortaya çıkıp anayasa yazılınca genel oya kadar halk kesimini iktidardan uzak tutan sınırlı oy hakkı dünyada önce sanayileşen İngiltere’de gelişti ancak Eski Yunan’da da temsil hakkı olmayan kadınlar ikinci dünya savaşının sonuna kadar fiili cinsiyet sınırlamaları yüzünden yönetime katılamadı. 1935 Almanya’sında naziler “Nurenberg Kanunları” ile yahudilere, ABD ve Güney Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelerde ırkçılar işgal edip sömürdükleri ülkelerin yerli halklarına ve zencilere temsil hakkı tanımamışlardır. K.İrlanda’da ise din-mezhep ayrımı yapılarak katoliklere sınırlı oy hakkı tanırlar.
 
Zenciler için öne sürülen vergi ödeme koşulu gibi bir uygulama günümüzde de siyasal partilerden aday olacaklara belirli miktar bile olsa para yatırılması şeklinde ülkemizde de sürüyor. Hele listelerin üst sıralarında yer bulabilmenin yolu kesinlikle ekonomik güç sahibi olmaktan geçiyor büyük kentlerin belediye başkanlıklarına hep işadamları, zengin tüccarlar getiriliyor çünkü aday olabilmek için etkin ve pahalıca seçim kampanyaları gerekiyor. Fırsat eşitsizliği ise demokratik seçim ilkesiyle hiç bağdaşmıyor… 
 
Yaklaşık 200 yıldır siyasal yaşamda seçim olgusu belli başlı çoğunluk ve oransal (nisbi) türlerde gelişip yapılagelmiştir. Temsilde adalet ve yönetimde istikrarı birarada gerçekleştirmeyi amaçlayan yaklaşımlar nedeniyle karma biçimler uygulanır hale getirildi. Genel olarak devlet başkanları ve belediye başkanları çoğunluk, milletvekilleri ile yerel meclislerin üyeleri nisbi seçim sistemleriyle belirlenmektedir. Ülkemizde de yerel yöneticilerin (mahalle muhtarları dahil) seçiminde adi çoğunluk, cumhurbaşkanlığı, meclis başkanı, dernek, sendika, yüksek mahkeme gibi organların ve birimlerin temsilcileri belirlenirken de nitelikli (oranlı) çoğunluk yöntemi tercih ediliyor. Bütün seçimlerde belirleyici etken olarak “çoğunluk” kavramı öne çıkıyor. Yani toplumun çoğunluğunun oyunu almakla seçim işlemi tamamlanıyor. Basit çoğunluklu bir sistemde yüzde 10’luk bir oy oranı bile parti ya da adaya temsilcilik şansı vererek meşruiyet sorununu doğurabilmekte mutlak -İki turlu- çoğunluk sistemiyle ise ancak büyük ve merkez partiler iktidar olma fırsatı yakalamaktalar…
 
Birçok seçim sistemi sakıncaları nedeniyle uygulama alanı pek bulmaz, ya geçici ittifaklara yol açar veya siyasal partilerin bölünüp çoğalmasına. Bu durum ise siyasal sistemde sürekli krizlere yol açar. Barajlı seçim sistemlerinin geliştirilmesi   bundan. Bu yüzden 300’e yakın türde nisbi seçim yöntemini denemişlerdir. 1961’den günümüze kadar ülkemizde de parlamento, belediye meclisi ve il genel meclisi seçimlerinde istikrar sağlamak için d’Hondt yöntemi uygulanır.  Ancak bu yöntem de temsilde adalet ilkesiyle uyuşmaz. Siyasal iktidara istikrar sağlamayı amaçlayan ülke ve çevre barajları bir dönem (1983-1995) Türkiye’de de uygulanmış ve marjinal partilerin parlamentoya girmeleri engellenmiştir. Anayasa mahkemesinin çevre barajını kaldırdığı 1995’ten günümüze ise tek baraj uygulaması devam ediyor. Kalan ülke barajı temsilci dağılımını seçim çevresinde büyük partiler lehine değiştirebilmekte bazı seçim bölgelerinde daha az oy alan partiler salt barajı aştıkları için temsilci çıkarmaktadır.
 
Ülke barajı çoğu ülkede yüzde 1 ila 5 arasında uygulanır. Türkiye 1980'e kadar barajsız d'Hondt sistemini uyguladı ve daha sonra dünyada hiç bir ülkede olmayan oranda yüksek bir barajı tercih etti. TBMM için 1983, 1987 ve 1991 seçimlerinde hem yüzde 10 ülke hem de yüzde 17-50 arasında değişen çevre barajı birlikte uygulanmış ve temsilde adalet ilkesi büsbütün bozulmuştu. Çevre barajları düşürülerek temsil adaleti sağlanmak istendiyse de temsil sorunu çözülememiş 2002 seçimlerinden önce seçim kanununda yapılmak istenen değişiklik parlamentoda yeterli çoğunluk sağlanamadığından gerçekleşmemişti.
 
 
Çok partili sistemde de seçmenlerin yüzde 15-20 gibi küçük bir oy oranı temsil edilmeyenlerin oranını yüzde 60’lara kadar çıkabilmekte seçim çevresiyle ülke genelinde eksik veya aşkın temsile yol açmaktadır. 18 Nisan 1999 seçimlerinde temsil edilmeyen oy oranı yüzde 17.41’di. 3 Kasım 2002 tarihli seçimde temsil edilmeyen oy oranı yüzde 46.16’ya ulaşırken sadece 2 parti barajı aştı. Seçimlere katılan diğer 16 siyasi parti barajı geçemedi. AKP siyasal istikrar ve tek partili hükümeti esas alan seçim yasasıyla toplam seçmenin %26'sı ve kullanılan oyların yüzde 34,5’i ile parlamentonun 2/3'ünü ele geçirdi. 2002’deki seçimde 8.5 milyon seçmenin oy kullanmaması dikkat çekici idi. 2007’ye girerken 2 partili
TBMM’de 22.dönem sandalye dağılımında 7 partinin adı geçmektedir.
 
Temsil adaleti ile hükümet istikrarı ikileminde baraj engeli seçim bölgelerinde sistematik olarak büyük partilerin daha da güçlenmesine yol açtı.  Küçük partilerin yararlanması için aşkın ya da eksik temsili biçimsel olarak aza indirgemek ve nispi temsilin olumsuzluklarını aşmak yönünde çoğunluk sisteminin unsurlarını da taşıyan karma sistemler (Klasik Sainte-Lague) geliştirilmişti…
 
Türkiye anayasa ve seçim sistemi en sık düzenlenen ülkelerden biridir. 23 Aralık 1876 Anayasası’na (Kanun-i Esasi) göre Osmanlı döneminde ilk parlamento 1877’de yapılan seçimle oluşturulmuş ancak savaş ve olağan üstü koşullar gerekçe gösterilerek görevine ara verilmişti. İlk genel meclis (Meclis-i Umumi), padişahın atadığı üyeler (Hey'et-i Âyan) ile halk tarafından seçilen üyelerden (Hey’et-i Meb’usan) teşkil edilmiştir. Seçilebilmek için "az çok emlak sahibi" olmak gerekiyordu. Hey’et-i Ayan’ın üye sayısı Hey’et-i Meb’usan’ın üye sayısının üçte birini geçmezdi. Ayan olabilmek için ise eser ya da hizmetleriyle tanınmak ve kırk yaşını doldurmak zorunluydu. Siyasal partilerin henüz kurulmadığı ve İstanbul dışında uygulanmadığı dönemin ardından 1908’de ikinci meşrutiyetle yapılan siyasal değişikliklerle Osmanlı döneminin en uzun süre görev yapan meclisi oluşturulmuştu. 1908 seçim yasası 1942 yılına kadar geçerli oldu. 1914 seçimlerinde Anadolu’daki idare meclis üyeleri 2.seçmen sayılarak kendi aralarında milletvekillerini belirlemiş (Meclis-i Mebusan) Osmanlı eyaletleri kendi yerel meclislerini oluşturmuştu. İttihat ve Terakki Fırkası baskısı altında ve muhalefetsiz 1908, 1912 ve 1914 seçimleri de yapılmış, Meclis-i Mebusan’ın 1919 yılındaki son seçimden sonra İstanbul'un emperyalist işgali üzerine dağıtılmasıyla 5 Ekim 1920’de bazı meclis üyeleri  Ankara’da toplanmasına karar verilen meclise katılmışlardır.  
Osmanlı Hükümeti'nin iş yapamaz duruma gelmesi durumunda, geçici bir hükümet kurulacak ve bu hükümet üyeleri milli kongrece seçilecekti. Amasya Tamimi’yle yapılan çağrı üzerine Kurtuluş savaşına katılan güçlerin temsilcileri Erzurum ve Sivas’ta toplanmış Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleşerek işgale karşı İstanbul hükümetinin baskısına rağmen toplu direnme kararı almışlardı. En kısa zamanda Anadolu'da millet temsilcilerinden oluşan bir meclis toplanıp bu meclisin kuracağı hükûmetle millî mücadele tek merkezden yürütülecekti. 16 kişilik bir "Heyet-i Temsiliye" oluşturuldu. Heyet-i Temsiliye ile temas ve anlaşma zemini arayan İstanbul Hükûmeti, temsilcileri vasıtasıyla 20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında Amasya'daki görüşmeden sonra bir Millet Meclisi toplanmasına ikna olmuştu. Ulus topyekün kendini savunacak ve direnilecekti. Heyet-i Temsiliye millî teşkilâtın kuvvetlenmesi yolunda -bütün engelleri aşarak- azimle çalıştı. Kuvayi Milliye' yi kuvvet tanımak ve milli iradeyi hakim kılmak temel prensipti. Hıristiyan azınlıklara siyasal hakimiyetle sosyal dengeyi bozacak imtiyazlar verilmeyecek manda yönetimi kabul edilmeyecekti. Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetince desteklenen Ulusal Meclis'in derhal toplanıp hükümetin meclis tarafından kontrol edilmesine çalışıldı.  Kurtuluş savaşının başında Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti, aldığı 19 Mart 1920 tarihli kararla, İstanbul Meclisi'ne seçilmiş olup da Ankara'ya gelebilecek mebuslara ek olarak her livada (sancak) 5 temsilcinin yine iki dereceli seçimler ve eski hükümlere göre seçilmesini öngördü. TBMM bu biçimde oluştu. Son Osmanlı Mebusan Meclisi'nin gizli oturumunda, Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde alınan kararlar doğrultusunda 28 Ocak 1920'de kabul edilen Misak-ı Milli, 12 Şubat 1920'de tüm dünya parlamentolarına da açıklanarak Osmanlı Mebusan Meclisi'nin feshiyle (11 Nisan) ve TBMM'nin kuruluşuna (23 Nisan) giden yol açılmıştır.
1923’te TC’nin ilanından önce partisiz yapılan seçimlerden sonra 9 Eylül 1923’de Halk Fırkası kurulmuştu. Kurtuluş Savaşını örgütleyen ve yürüten  "Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti" de 20 Kasım 1923'de Halk Fırkası'nın bünyesine katılmıştır. Partinin adı 10 Kasım 1924'de "Cumhuriyet Halk Fırkası", 1935 yılında da (4. Kurultay)  "Cumhuriyet Halk Partisi" oldu. 1923’ten 1943’e kadar tek partili siyasal rejimle CHP’nin etkin olduğu seçimlerde katılım oranları devletin ulaşım olanaklarıyla o zamanki iletişim araçlarının düzeyi sebebiyle düşük (1927’de yüzde 27) kalmış, 1935’ten sonra kadınların siyasal yaşama girmesi ve CHP’nin de seçmen desteğini kazanmasıyla yüzde 80’lere çıkabilmiştir. Kapitalist sistemin buhranı ve ikinci dünya savaşının yaşandığı yıllarda gerçekleşen 1923 ve 1943 arası seçimler CHP’ye yaramıştır. TC döneminde yapılan ilk erken ilk tek dereceli ve ilk çok partili seçim 1946 seçimleridir. Seçimlerin iki güçlü partisi DP ve CHP eksik ya da aşkın temsile yol açmasına rağmen seçim sistemlerini (adi çoğunluk) iktidar yitirmek kaygısıyla değiştirmemişlerdir. Seçimlerden kazançla çıkan DP 1957’deki seçimden önce ülkenin ekonomik durumu kötüye giderken güçlenmeye başladığı sırada seçim mevzuatını değiştirip -partilerin ittifak yapmasını engelleyerek- muhalefetin önünü kesmeye çalıştı. Muhalefetin gizli güç birliği yapmasına rağmen DP seçimi açık farkla kazanmıştır.
Ekonomideki kötü gidiş ve siyasal çekişme 27 Mayıs 1960’taki askeri darbeye zemin hazırlamıştı. Başta üniversite öğretim üyeleriyle öğrenciler olmak üzere zinde güçleri arkasına alan muhalefete karşı bir bildiri yayınlayan DP, TBMM Başkanlığı'na da muhalefetin eylemlerinin soruşturulması için önerge vermişti. Bir Tahkikat Komisyonu kurup muhalefetle basını susturmayı amaçlıyordu. Bu komisyon üç ay boyunca muhalefetin ve basının eylemlerini soruşturacaktı ancak bu
muhalefeti yatıştırmaktan çok adeta kışkırtacaktı. Komisyon görevine başlar başlamaz Ankara’yla İstanbul'da protesto gösterileri düzenleyen öğrencilerin arasında bulunan Turan Emeksiz ve Nedim Özpolat hayatını kaybetti. Ardından Ankara ile İstanbul'da sıkıyönetim ilan edilerek sokağa çıkma yasağı konur ama öğrencilerin gösterileri durdurulamaz.
MBK, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve DP’nin önde gelen yöneticilerini tutuklatmıştı. İhtilal Mahkeme'sinin verdiği kararla mahkum edilen 14 kişiden Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu'nun idamları onaylanıp infaz edildi.
27 Mayıs 1960 darbesiyle ülkenin yönetimini üstlenen Milli Birlik Komitesi Orgeneral Cemal Gürsel başkanlığında 38 subaydan müteşekkildi fakat komite üyelerinden 14 kişi uzaklaştırılıp yurt dışına gönderilmiş ve geri kalan MBK üyeleri 1961 Anayasası gereğince ölünceye kadar tabii senatörlük hakkı kazanmışlardı. 14’ler adıyla anılan bu grubun üyeleri de 1965 seçimlerinden önce yurda dönüp CKMP, CHP ve TİP’e katılmıştır. 1960’da siyasal alanda değişik ve köklü düzenlemeler yapıldı. 27 Mayıs’ta iktidara gelen MBK kabul ettiği 1 sayılı kanunla 1924 anayasası'nın birçok hükümlerini değiştiren geçici bir anayasa düzeni kurdu. MBK, TBMM’nin yetkilerine sahipti, yasama yetkisini bizzat, yürütme yetkisini de kendi seçtiği bakanlar eliyle kullanacaktı. Bakanları ve devlet başkanını tayin eden MBK’nın bakanları denetleme ve istediği takdirde azletme yetkisi de vardı. Geçici anayasanın meydana getirdiği devlet başkanlığı makamı, cumhurbaşkanı, başbakan, başkomutan ve MBK başkanlığı yetkilerini kendisinde birleştirmişti.
Silahlı Kuvvetler adına yönetime el koyan MBK Başkanlığı, 28 Mayıs’ta devlet ve hükümet başkanlığı, TSK başkomutanlığı ve milli savunma bakanlığı yetkilerini üstlenerek yeni hükümeti kurduğunu açıkladıktan sonra Türkiye’de ordunun siyasete egemen olduğu ya da en azından bu alanda etkin rol oynadığı yeni bir dönem başlamıştır. 27 Mayıs’ın gerekçesi özgürlük ve demokrasidir meşruluğunu burdan almıştır. Anayasa ve hukuk dışı tutumla davranışlara son vererek demokrasiyle özgürlüğü yeniden sağlayacaktı. Ancak her şey yolunda gidiyor derken aldığı bir karar MBK’ye olan güvenin sarsılmasına yol açtı. 27 Ekim’de bir tebliğ yayınlanarak üniversitelerde bir tasfiye operasyonu başlatıldı. Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 114 sayılı kanun ile üniversitelerin sol eğilimli demokrat öğretim üyeleri görevlerinden alındı. Bu karar yeni hükümete karşı 27 Mayıs’ın gerçekleşmesinde önemli katkıda bulunmuş hatta Kurucu Mecliste üyeliklere getirilmiş gençlik kesiminde güvensizlik ortamı yarattı. Üniversitenin açılış gününde alınan boykot kararına MBK’nın ikna çabaları sonuç verdirmedi.
Bu dönemde, dört başbakan tarafından dokuz hükümet kurulmuştur. Bu dönem dışında Cemal Gürsel Devlet Başkanı ve Başbakan olmakla beraber asıl idare ihtilali yapan Milli Birlik Komitesi’nin elindeydi.
Kısa zamanda işin böyle gitmeyeceği anlaşılınca 1961’de TBMM, BMM ve Cumhuriyet senatosu olarak ikiye ayrıldı. Kurucu Meclis’in hazırladığı 1961 Anayasası uyarınca, 15 Ekim 1961’te 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sonrası ilk Genel seçimler ve Senato seçimleri yapıldı. Seçime katılan dört partiden CHP 173, AP 158, CKMP 54, YTP 65 milletvekili kazandı. Yeni Anayasa’nın 9 Temmuz 1961’de kabulünün ardından 15 Ekim’de yapılan genel seçimler sonrasında sivil yönetime geçildiğinde Cumhuriyet Senatosu’nun tabii üyesi olan Cemal Gürsel 26 Ekim’de cumhurbaşkanı seçildi. Başta 20 Kasım 1961’de CHP ile AP arasında koalisyon hükümeti kuruldu. 1961 seçiminde ortaya çıkan koalisyon sonucu hükümet istikrarı sağlanamadı. 1965 yılından itibaren yapılan seçimlerleyse AP 12 Mart 1971’e kadar tek başına iktidar olmuştur.
1968 ve 12 Mart 1971’e doğru gelişen tarihsel süreçte yükselen sosyalist sistem, anti emperyalist ulusal kurtuluş savaşları, kapitalist metropollerde genişleyen kamu alanı (sosyal devlet) ve Üçüncü Dünya Ülkelerinin emperyalist sistem dışına çıkma girişimleri (OPEC) tekelci kapitalizmi hakimiyet ve pazar alanlarını daraltıp maliyetlerini yükselterek krize itmişti. Emperyalist sistem kaybetmiş olduğu siyasal egemenlik alanlarıyla pazarları tekrar geri kazanarak krizden çıkmayı planlamaktaydı. Türkiye’de de AP bünyesi içinde iktidar emperyalizme bağımlı işbirlikçi büyük burjuvaziyle büyük toprak sahipleri ve ticaret burjuvazisince paylaşılıyor bu paylaşım zorunluluğu işbirlikçi büyük burjuvazinin entegre olduğu uluslararası tekelci sermayenin gelişmesinin ve mutlak hakimiyet kurmasının önünü tıkıyordu. Tekelci sermaye, AP’ni kendi çıkarları doğrultusunda ekonomik kararlar almaya zorlarken AP tekelci burjuvazinin yanı sıra, büyük toprak sahipleri ve ticaret burjuvazisini de bünyesinde taşıyan bir parti olarak talepleri karşılamaktan uzak kalıyordu. Krizden çıkışı yumuşak karın olarak değerlendirilen Türkiye’den başlatabilmek emperyalizm ve işbirlikçi büyük burjuvazi ile oligarşik yapı açısından mevcut koşullar altında neredeyse olanaksızdı.  Çözüm askeri bir rejim içinde olasıydı.
1968 yılı dünyada ve Türkiye’de öğrenci olaylarının en yoğun olduğu yurt sathında emperyalizm karşıtı gösteri ve etkinliklerin yaygınlaştığı bir dönemdir. 68 gençliği, bu süreçte 1970'li yıllara değin Türkiye'de kalkınmanın esas yükünü çeken kır yoksullarıyla köylüler (küçük ve orta çiftçiler) ve göçlerle oluşan varoştaki emekçilerin yanında onurlu yerini sınıfsal temel üzerinde örgütlenip onlara öncülük ederek, emperyalizm ve uzantılarına (gladyo), ırkçı ve gerici çetelere karşı durarak almıştı. Kurulu düzenle ABD emperyalizmine karşı ezilen sınıflar ve onun bütünleşiği 68 Hareketi, tekelci sermaye düzeninin ve dolayısıyle ABD‘nin siyasal hakimiyet alanlarını daraltarak potansiyel bir tehdit oluşturmuştu. Soldaki kimi gençlik grupları iktidara yönelik eylemlerine bu dönemde başladı. İktidara karşı yaptıkları eylemler sırasında tutuklanarak hayatlarında ilk kez cezaeviyle tanışmış olan İlerici ve demokrat kesimin de sevdiği Deniz Gezmiş’in içinde yer aldığı THKO bu eylemlerde etkin rol oynamaktaydı. Eğitimde köklü değişim isteyen üniversiteli gençlik, emperyalist devletlerin sömürüsüne karşı çıkıyor Türkiye’nin NATO’dan ayrılmasını istiyordu. 1968 yılında bütün dünyayı etkisi altına alacak olan gençlik mücadelesi toplumsal düzen ve siyasal rejimle ilgili sorunlar nedeniyle sınıfsal çatışma ekseninde 1960-1971 dönemlerinde üniversitelerde gelişen siyasal duyarlılıkla Maksist teorik akımların da etkilemesiyle 1971’den sonra  henüz proleterleşme sürecinin  başlangıcında eylemlerle birlikte köy ve kasabalara da yansımıştı. Gençlik hızla adaletli bir kalkınmadan yana siyasal hayatta önemli ve olumlu bir rol üstlenirken bu kitlesel güçten korkan iktidar ise kamuoyunda gençlere karşı tepki oluşturmaya başlamıştı. Eylemler farklı boyutta halka yansıtılıyor başta öğrenci derneklerinin aleyhine propagandalar yapılıyordu.
Öte yanda ordu içinde başka bir kesim "milli devrimci bir gelişme stratejisi" benimseyerek "sol" bir askeri müdahale arayışına girmişti. Bütün bunlara koşut olarak TSK içinde bazı kesimlerin devrimci hareketlerden etkilenmeye başlaması ve aktif hale geçebileceği doğrultusunda kuvvetli sinyaller vermeğe başlaması egemenler açısından tehdidin vehametini daha da arttırıyordu. İşte bütün bu sorunlara verili koşullar altında tek çözüm askeri bir rejim altında bulunabilirdi.
70'lerin başında, Silahlı Kuvvetler reform taleplerini yüksek sesle ifade etmeye başlamıştı. Meclis’e giren TİP'li milletvekillerinin aşırı muhalefeti, 1968 öğrenci olayları, yabancı misyon şeflerinin kaçırılması gibi gelişmeler karşısında güç duruma düşen Başbakan Süleyman Demirel istifa önerilerini sürekli geri çevirerek güvensizlik oyu almadan hükümetten çekilmesinin söz konusu olmayacağını bildirmişti fakat TSK üst yönetiminin 12 Mart Muhtırası'nı verdiği gün istifa etmişti. Nitekim öyle oldu. Türkiye 12 Mart 1971'de ikinci bir askeri müdahaleye sahne oldu. ”Genişletilmiş Komuta Konseyi” adlı Cunta, 1961 Anayasasının sağladığı ortamın halkımıza “Bol” geldiğini(!) ileri sürerek, 12 Mart 1971 ‘de yönetime el koydu.12 Mart darbesi ile hem yükselen halk hareketi bertaraf edilmek, hem de tekelci burjuvazi talepleri doğrultusunda kararlar çıkartılmak hedeflenmişti.
Ardından 1961 Anayasası'nın öngördüğü temel hak ve özgürlüklere önemli kısıtlamalar getirilen olağanüstü bir ara rejim dönemine girildi. 12 Martçılar'ın ilk önemli icraatlarından biri ordu içinde geniş bir tasfiye yapmak ve "sol" darbe hazırlıkları içinde olduğu söylenen subayları ordudan çıkartmak oldu. Cumhurbaşkanı kabinenin  istifasını kabul ederek yeni hükümeti kurma görevini- partisinden ayrılması koşuluyla- CHP’nin sağ kanadını temsil eden Nihat Erim’e vermişti. Kendisine yeni hükümeti kurma görevi partisinden ayrılması koşuluyla verilen CHP Kocaeli Milletvekili Nihat Erim, partisinden istifa ettikten sonra, 26 Mart'ta yeni hükümeti açıkladı. 25 kişilik kabinede 5 AP'li, 3 CHP'li ve 1 de MGP'li üye yer alırken, kalan 14 bakan TBMM dışından seçilmişti. Bülent Ecevit de CHP'nin Nihat Erim Hükümeti'ne üye vermesine tepki olarak CHP Genel Sekreterliği görevinden istifa etti. Ecevit, 1972'de 35 yıldır CHP'nin başında olan ve bir dönem Milli Şef olarak anılan İsmet Paşa'yı saf dışı bırakarak CHP Genel Başkanı oldu.  26 Mart 1971'de kurulan askeri cunta güdümlü Nihat Erim Hükümeti ile ara rejim dönemi başladı. Nihat Erim başkanlığında kurulan hükümet mevcut anayasayı lüks bularak değiştirdi ve 'balyoz harekatı' ile gençlerin üzerine gitti. Özgürlükler askıya alınmıştı.
Hükümet, 26 Nisan'da sol muhalefeti iyice sindirmek amacıyla İstanbul, Ankara ve İzmir'in de bulunduğu 11 ilde sıkıyönetim ilan ederek geniş çaplı tutuklamalar başlattı. Sıkıyönetim komutanlıkları çeşitli derneklerin faaliyetlerini durdururken bazı gazetelerin yayımlanmasını yasakladı. 17 Mayıs'ta Mahir Çayan'ın önderliğinde THKP-C’nin kaçırılan İsrail'in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom'u tutuklu arkadaşları serbest bırakılmadığı takdirde öldürecekleri yolunda yaptıkları duyuruyla tavrını açıkça ortaya koyan hükümet yaygın bir tutuklama dalgası başlatıp ülke çapında ünlenmiş bazı sol görüşlü gazeteci ve sendikacılarla öğretim görevlilerini gözaltına aldırttı.
Nihat Erim hükümeti ilan ettiği “Balyoz Operasyonu” ile, bir yandan sol/sosyalist hareketle emekçilerin ekonomik-demokratik-politik mücadelesine ve örgütlerine saldırırken diğer yandan da büyük toprak sahipleri ile ticaret burjuvazisinin ekonomik ve siyasal gücünü azaltarak, hakim sınıflar içinde dengeyi, tekelci burjuvaziden yana değiştirmek için uğraşmaktaydı. Toprak sahipleri ve tüccarları bu saldırıya ihracatı düşürerek yanıt verdiler ve Nihat Erim istifa etmek zorunda kaldı. Böylece kendi içlerindeki çıkar çelişkilerinin şimdilik çözülemeyeceğini gören egemen sınıflar anlaştı ve 2.Erim hükümeti kuruldu. Uzlaşma ve hakim sınıfların iç dengeleri yeniden sağlanmıştı. Artık müşterek düşmanlarına daha rahat saldırabilirlerdi. Öylede oldu. Sinan’lar 31 Mayıs 1971’de Nurhak’ta, Mahir Çayan ve yoldaşları ise 30 Mart 1972’de Niksar'ın Kızıldere köyünde sığındıkları evde katledilmişlerdi. Yeniden Başbakanlık görevine getirilen Erim, 11 Aralık'ta yeni bakanlar kurulu listesini açıkladı. 10 Ocak 1972'de Askeri Yargıtay; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idam kararını onayladı. Erim hükümeti döneminin en önemli olaylarından birisi de Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın 6 Mayıs'ta idam edilmeleriydi.
Ancak Erim'in kurduğu iki ayrı hükümetin ömrü 11 ay sürdü. Aralık'ta aralarında Başbakan Yardımcısının da bulunduğu 11 bakan "kalkınma hamlesini ve reformları Atatürkçü bir görüşle gerçekleştirme olanağı kalmadığı inancıyla" hükümetten istifa etmişti. Bu istifalar 1. Erim hükümetinin sonunu getirdi ve 12 Mart ara rejimi Erim'den sonra Ferit Melen hükümetiyle devam etti ancak bekledikleri başarıyı elde edemedi.
12 Mart Hükümetleri askerin siyasal sistem içerisindeki yerini sağlamlaştırmıştı. Türkiye siyasal istikrarsızlık süreci içine girmiş ve 12 Mart'tan sonra 1973’te yapılan seçimlere kadar hiçbir parti tek başına çoğunluk sağlamayınca dört başbakan tarafından 5 hükümet kurulmuştu. Faruk Gürler'in cumhurbaşkanı olma girişimi sonuçsuz kalınca 12 Martçılar ilk büyük darbeyi yedi. Fahri Korutürk'ün cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra başbakanlığa atanan Naim Talu ülkeyi seçimlere götürdü ve 14 Ekim 1973 seçimleriyle birlikte partilerüstü hükümetlerle yürütülen 12 Mart ara rejimi sona erdi.
1973 ve 1977 seçimleri ekonomik ve sosyal sorunlarla bürokratik ve siyasal sistemdeki bozulma ve kaos ortamında yapılmıştır. Merkezdeki sağ ve sol partilerdeki parçalanma seçim sonuçlarına yansıyarak çoğunluk sağlanamadığından çeşitli koalisyon hükümetleri kurulmuştu.  5 Haziran 1977’deki seçimler 1961 Anayasal döneminin ilk ve son BMM erken seçimi olmuştur. 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra meclisteki ezici çoğunluğun dengelenmesi amacıyla oluşturulan cumhuriyet senatosu seçimleri ise 12 Eylül 1980 darbesinden sonra 1982 Anayasasıyla tekli parlamenter yapıya geçildiğinden 1979’dan günümüze kadar yapılmadı.
1982 Anayasasıyla siyasal partilere anayasal sınırlar içinde faaliyetlerini yürütme hükmü getirilmiş parti kapatma yetkisi sıkıyönetim idaresine geçmişti.  Siyasal partiler ve seçim yasaları MGK’nin gölgesinde oluşturulmuş, temel hak ve özgürlükler kısıtlanıp siyasal katılım hızlı karar alma mekanizmalarına (olağanüstü KHK’ler) devredilmişti. 12 Eylül yüzde 10 ülke ve yüzde 50’lere varan çevre barajlarıyla uygulamaya geçirilmiştir. Hükümet istikrarı gözetilerek büyük partilere prim verilmişti. Sendika ve dernek gibi DKÖ’lerle beraber siyasal partilerin kadın, gençlik vs. kolları yasaklanmıştır. Derneklere konan siyaset yasağı ise sendikaları da toplumdan yalıtıp bir ekonomizm içinde mahkum ederek devletin mali-idari vesayeti altına almıştı. Toplantı ve gösteri yürüyüşleri yetkili merciin keyfiyetine bırakılmıştı ( şehir düzeninin bozulmasını önlemek için görülen lüzum üstüne). Aykırı olan her ses her yurttaş potansiyel suçlu muamelesi görüp susturuluyordu. …
 
1961 Anayasası neo-liberal sosyal, devletçi ve solidarist anlayışla ele alınmışken 1971 darbesi hak ve özgürlükleri radikal biçimde sınırlayıp kısıtlamaları yetersiz bulduğu yerde boğma harekatına başlamış,  1982 Anayasası ise faşist otoriter, yasakçı, korporatist-zümreci hatta ırkçı-gerici anlayışla ele alınarak sınırlama görüntüsü altında yasaların içini boşaltıp tutarsızca müstehzi, anti-anayasal olarak var dediği şeylerin varolma koşullarını –zımnileştirerek- ortadan kaldırmıştır.  13, 14 ve 15. maddeleri açıkça faşizan otoriteci tutumu yansıtır. TCK’nin 141 ve 143. maddeleri Anayasa hükmüne sokularak “bu yolda teşvik ve tahrik” ifadesi ve “sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak” ibaresiyle sol düşünce ve görüşleri hedef almıştır. Tutuklama tasarrufu bağımsız yargıdan alınarak sıkıyönetim mahkemelerine devredilmiş ve sorgu süreleri 3 aya çıkartılarak paranoyak anlayışla tutuklu yakınlarına bildirim kuralına bile kayıt düşürülmüştür. 5 kişilik bir askeri cuntanın darbe anayasası olarak büyük propagandalar ve siyasi yasaklar altında halka dayatmayla onaylanıp yüzde 92’lik kabul oyu ile yürürlüğe konmuştu.
 
1982 Anayasası hazırlanış ve ortaya konuşuna göre bir meşruiyet sorunu taşır. Dinsel eğitimi milli-temel eğitimin içine sokarak zorunlu hale getirmiş, kişi temel hak ve özgürlüklerini yok saymak adına devleti de laik düzenle çelişir biçimde kutsamıştır. Metafizik bakışlı hatta düpedüz teolojik bir anayasadır, “kutsal Devlet, kutsal din ve ölümsüz önder üçlemesinde ise neredeyse Türk-İslam teslisi havası vardır” ( Prof. Dr. Taha Parla)...
 
Anayasa bir toplumun iç hukukuyla siyasetinin temel normudur. Kurum ve kurallarını, siyaset kültürünü, sosyal sınıfların yapısını, siyasal gelişim sürecini, ideolojiyi, rejimi vs. belirler. Bütün darbeler gibi 12 Eylül’cüler de demokrasiye militarizmle gidebileceklerini sandı. 12 Eylül cuntası tayin ettiği Danışma Meclisi’ne hazırlatıp son şeklini verdiğini ulusun anayasası olarak sunmuştur. Görevi yurttaşların sosyal ve ekonomik haklarını güvence altına almak olması gereken devletçilik anlayışı yerine seçkinci bir anlayışla insanlara “devletin yüce çıkarları” için görev ve sorumlulukları saymıştır.
 
Parlamenter demokraside bakanlar kurulu ve cumhurbaşkanıyla birlikte iki başlı olan yürütmeye darbe dönemlerinde birisi daha eklenmekteydi. Halkı mutlak sadakate zorlayan 12 Eylül Anayasası da parlamenter meşruiyet ve yasama organının üstünlüğünü MGK başkanlığında bir yürütme gücüne yani askeri bürokrasiye devrediyordu.  Cunta geçici bir maddeyle 7 yıllığına cumhurbaşkanlığına getirilmişti. Parlamenter demokrasinin başı TBMM’nin manevi bir parçası kabul edilen cumhurbaşkanlığı makamına cunta lideri (MGK Başkanı) gelmiş oluyordu. GKB ve kuvvet komutanları MGK’de üyelere görüş bildirip diğer üyelerinden (Bakanlar Kurulu) de görüş kaydı isteyerek en mühim önemli siyasal kararlarda etkili kılındı. Devlet yapısı içinde yürütme organı güçlendirilmiş ve bu güçlendirme Cumhurbaşkanının yetkileri artırılarak ve Bakanlar Kurulu içinde Başbakana daha üstün bir konum sağlanarak yapılmıştı. Yargının doğallığı ve bağımsızlığı ilkesi bozularak 20 Mart 1973'de 1961 Anayasası'na eklenen bir maddeyle kurulan DGM’ler gelişen toplumsal muhalefet sonucu 11 Ekim 1976'da hukuken varlık gerekçelerini yitirmesine rağmen 1402 sayılı kanunla sıkıyönetim mahkemelerine dönüştürülerek gelişebilecek ve yükselebilecek her türlü toplumsal muhalefeti bastırmak amacıyla tekrar anayasaya konmuştu. Mahalli idareler cuntanın vesayeti altına sokulurken üniversitelerde ise dışardan atamalarla YÖK adıyla bir kurul oluşturulmuştur.
 
1961 Anayasası özgürlük ve haklar konusunda kitlesel uyanışın yaşandığı yıllara bağlı talepler doğrultusunda gerçekleştiğinden egemen güçlerin lüks olarak nitelendirdiği anayasayla basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, sendikal haklar, üniversite özerkliği gibi konularda gelişen olanaklar sosyalist düşüncelerin geniş kitlelere aktarılmasını sağlamıştır. O zamana dek tabandan yoksun olan sol aydınların ileri sürdüğü sosyalist görüşler yaygınlık kazanıp 1965’teki BMM seçimlerinde TİP’le parlamentoya taşınma başarısı göstermişti. 1961 darbesi meşruluğunu yitirmiş Adnan Menderes iktidarının muhalefeti baskı altına alıp demokrasiyi rafa kaldırma girişimleri nedeniyle yapılmış görünüyordu. 1971 ve 1980’de amaçlanan daha farklıydı. Gelişen gençliğin mücadelesi ve işçi hareketleri egemen güçlerin saldırısını geciktirmedi ve solu ezmek için gerekçe oldu. 1971 toplumsal muhalefeti bir ayaklanma belirtisi gibi görerek 1980 sıkıyönetim uygulandığı anda iç savaş boyutuyla teknik olarak asgari koşulları bulunmamasına rağmen “bölücü ve yıkıcı bir iç savaş” olarak mütalaada bulunarak genel seçimlere 1 yıl kala düzenlenmişti. Berna Moran’ın deyişiyle 1980’deki darbenin amacı solun nefesini kesmek için korkunç baskı rejimi uygulasa da halkı sindirmekten öte geçmeyip kalıcı etki bırakmayan 12 Mart darbesinin yapamadığını yapmaktı. Üniversiteler ve basın susturulmuş aydınlar ve işçi örgütlerini kontrol altına alıp toplum apolitize edilerek solun elini kolunu bağlamakla kalmayarak aynı zamanda yeni değerler aşılayan bir dünya görüşüyle Türkiye’de sol ideolojiyi temelden çökertmeyi amaçladı.
 
Darbe amacına ulaşmış sol dağıtılmış yaşamdan beklentileri çok farklı olan bir kuşak yetiştirilmişti. İdealizm, özveri, eşitlik, bozuk düzene karşı savaşım gibi sola ait inanç ve davranışlar terkedilmiş erdem kavramına yüklenen anlam aşınmıştır. Erdem sayılan şeyler geri kafalılık, aptallık, enayilik sayılır hale gelmiş hele solun ideolojisini savunmak düpedüz çağdışı kalmakla eşdeğer görülür olmuştu. Toplumsal değerlerin yerine konan bireyci başarı, köşe dönmecilik vs. tutumlar 1968 kuşağı ve 78’lerin gençliğince radikal sayılan siyasal davranışlarla ideolojisine sırt çevirme sonucunu getirdi. 

80 öncesi toplumsal ve ekonomik sorunlara Marksist kesimin çözümleri hazırdı. Ancak 1980’lere gelindiğinde durum karmaşıklaşmış sosyalist blok da çöküş sinyalleri vermeye başlamıştı.  İdeolojik hazır çözümlerin değerini yitirmesi demekti bu. Devletin niyetli olduğu kapitalist modele; serbest piyasa ekonomisine alternatif bir sistem üretecek hali de yoktu solun. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması, iletişim teknolojisinde devlet tekelinin kalkması ve enformasyon kurumlarında özel sermaye hakimiyetinin artmasıyla birlikte 12 Eylül’ün başlattığı toplumsal değerlerdeki aşınma süreci hızlanmıştı. 6 Mayıs 1990 tarihinde kurulan ilk özel TV yayın kuruluşu sonrasında yerel ve bölgesel radyo-TV kanalı sayısı artmıştır.
 
Tüm dönemler boyunca ağırlıklı olarak "Nispi Temsil" sistemi uygulanmıştır. 11 seçimin 7'si tek partinin iktidarıyla sonuçlanmıştı. Seçim sistemlerinin sonuçlarına bakılınca Artan oylara uygulanan "Milli Bakiye Sistemi" (ulusal artıklı nisbi seçim) yöntemi temsilde adaleti en fazla sağlayan yöntem olarak gösterilir, Hükümet İstikrarını (Fayda) unsurunu en üstün sağlayan ise "liste usulü çoğunluk sistemi"… Barajsız d'Hondt Sistemi tek parti iktidarını güçleştiriyordu. Özellikle 1980’den sonra kontenjan usulüyle beraber "çifte barajlı d'Hondt" seçim sistemini uygulamakla amaçlanan parlamentoya girecek partilerin sayısını azaltarak  “Çoğunluk”la tek parti iktidarını kolaylaştırmaktı.
Türkiye'de çok sayıda parti kurulmuş ama seçimlere az sayıda parti katılmıştır. Her seçim öncesinde seçim yasası da değişmektedir. Seçim sistemi, siyasal istikrar sağlayan etkenlerden yalnızca birisidir ve her siyasal parti kendine göre uygun bir sistem arayışı içindedir. Çoğunluk sağlanmadığından oluşturulan koalisyonlar ve burjuva siyasal partilerdeki parçalanmaysa sık sık oy dağılımına yansımıştır.
Türkiye'de seçimlerin siyasal iktidarın oluşumunu belirleyen tek yöntem olmadığı açıktır. Tek partili dönemi bir yana bıraktığımızda, 1960, 1971 ve 1980 askeri darbeleri, askeri gücün seçimler kadar ağırlıklı bir rol oynadığını gösterir. Askeri darbe ardından yaşanan dönemlerde gerçekleşen seçimlerde aday olma süreci ve siyasi yasaklar seçimlerin demokratik yapısını da ortadan kaldırarak önemli bölümünde de sağ partileri iktidarlara getirmiştir. Küçük partilerin parlamentoya girme olasılığı neredeyse sıfırlanmıştır.
Yöneten-yönetilen ayrımı halkın halk tarafından yönetimi anlamındaki demokrasi kavramıyla çelişir. Yönetim eskiçağın siteleriyle İsviçre’nin dağ kantonlarında halkın bütününü temsil eden genel bir kurulun elindeydi ancak ikisinde de sadece çok önemli kararlarda toplanılırdı. Bunun dışında yönetim yine küçük gruplardan oluşuyordu.  Siyasal partilerin gelişim ve örgütlenmesi seçim sürecinde ortaya çıkmıştır. Seçim sistemi siyasal parti sistemini belirler, siyasal parti sistemi de rejimi… Seçimin siyasal sistemin bir öğesi olarak temel işlevi yönetilenlerin temsilini sağlamaktı; Marks’a göre parlamenter demokrasi ve temsilci hükümet, sınıf mücadelesinin bir aracı değil, sınıflı toplumda sınıfsal mücadeleyi yumuşatarak egemenlerin iktidarını sağlamlaştıran bir aldatmacadan ibaretti.  1832’deki seçim reformuyla İngiltere’de ilk burjuva siyasal gruplar oluşarak temsilcilerine parlamento yolu da açıldı, seçim bölgelerindeki söz sahipleri seçkinlerdi. Fransa’da ise 17 Haziran 1789’da toplumsal yapıyı sorgulayan aydınlanma fikirleri ekonomik buhranın da etkisi ile Kral Louis XVI’i zorlayınca toplanan Üçlü Meclis'te (Etats Generaux) burjuvazi siyasal alana yığınsal olarak çıktı ve 600 halk temsilcisi kendilerinin toplumun %96'ını temsil ettiklerini söyleyerek meclisi “Milli Meclis” olarak ilan etmiştir.  Kurucu mecliste saray soyluları (Noblesse de Robe), yargıç, noter ve avukatlar vardı. Bunlar yerel eşraftandı ve seçimler seçkinlerin yenilenmesini sağlamıştır. Toprak soyluları ile büyük burjuvazinin çatışması yerel eşrafı temsil eden bir hükümet şekli yarattı.
 
Siyasal rejim belirli bir sosyal grupta yönetenlerle yönetilenler arasındaki ayrımın aldığı biçimdir. Her grup içinde ortaya çıkan hizip Aristo’ya göre halkın başbakanı anlamında “Prostates” denen önderliğinde kitleyi sürükler. Demokrasi teorisyeni Jean-Jacques Rousseau’ya göre de yöneten-yönetilen ayrımı ortadan kalkmaz. Toplum Sözleşmesi’nde “terimi kelimenin gerçek anlamıyla ele alırsak gerçek demokrasi asla var olmamıştır bundan sonra da olmayacaktır çoğunluğun yönetmesi ve yönetilmesi doğal düzene aykırıdır” demiştir.
 
Dar anlamda siyasal rejim insan topluluğunun bir özel biçimi olarak ulusun yönetim yapısıdır. Anayasa rejimi gizler asıl rejim uygulamadaki işleyiştir yazılı olan değil; seçim, hükümet organları, iktidarın dağılımı ve sınırları rejimin yapısını belirler ve yönetenle yönetilen arasındaki ilişkileri teknik anlamda düzenler.
 
İkinci dünya savaşından sonra özgür sayılan uluslar gerçekte özgür değillerdi.  Baskı biçimleri yerini daha ikiyüzlü ve yumuşak baskı biçimine bıraktı. Kapitalist girişimlerin yerine sosyal demokrasinin yeni biçimleri ortaya çıktı, emekle sermaye arasındaki sınıfsal çatışma siyasal demokrasi eksenli gelişti. Sınıfların hedefi kendi demokrasisini kurmaktı. Çağdaş toplumun ihtiyaçlarına yanıt vermeyen rejimler modern diktaya, seçkin azınlıklar monarka dönüştü. Anatole France “yaşam için sürekli gerekli şeyleri üretenler bunları bulamazken bunları üretmeyenler bolluk içindedirler” diyordu.
 
Parti sayısı ve yönetenlerin yapısı rejimi belirler. İnsanın temel özelliği bir toplum içinde yer almaktır. Rejimle ifade edilen işbölümüne göre örgütlenmiş bir toplumdu, sınıflı toplum değil. Emile Durkheim’in izindeki Fransız sosyologları toplumu bilinçli ve kolektif istemli bir varlık olarak gördüler, sınıf kavramını sosyolojik düşünceye temel alan Karl Marks ise insandaki duygu, düşünce ve istemlerin toplumsal durumunu belirleyip ekonomik ilişkilere dayandığını belirtmekteydi. Marks’a göre partiler altyapıyı, hükümet organları üstyapıyı oluşturur. Proletarya için İnsanlık tarihinin anahtarı ve bilimsel sosyalizmin ilk programı sayılan Komünist Partisi Manifestosu’nda (1848) “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.“ denmektedir.  Aksini iddia etmek siyasal hedefin (gerçekleşmesi için gereken toplumsal mekanizmanın) tasfiye edilmesi demektir.
 
Yönetenlerin yetkilerini sağlayan araçların işlevselliğinden yola çıkan Charles-Louis de Montesquieu “güç gücü durdurur” demekteydi. Günümüzde de güçler ayrılığı (yasama, yargı ve yürütme) yönetenlerin egemenliğini sınırlayıcı bir şeymiş gibi modern dünya içinde çağdışı kalmış rejimler için bile zorunluluk görünür; İngiliz rejimi yargı gücünün bağımsızlığı yanında taht, kabine ve parlamento üçlüsünden oluşmuştur. Ancak İngiliz sisteminin ana mekanizması Maurice Duverger’e göre İngiltere tipi liberalizm ve partilere dayanır. Neredeyse bütün Batı Avrupa’yı etkileyen İngiltere demokrasisine (dominyonları ve eski sömürgeleri dahil) özgü siyasal sistemde ‘İktidar her şeydir’. ABD’de ise iki güçlü partili siyasal yapıda partiler sağlam öğretilere dayanmayıp sadece Amerikan temel felsefesine uygun pragmatik programlara sahiptir. Devletin en saygın organı olan Yüksek Mahkeme’nin kongre ile başkan arasında hakemlik vazifesi vardır ve sistemin özü de bu fren-denge durumudur. Başkan ve kongrenin güçleri mutlaktır. İki turlu sistemle başkan seçilir. Önce eyaletlerden başkanı seçecek temsilciler (ikinci seçmen) belirlenir. Anayasa Mahkemesi Başkanı da kongreye karşı yetkili kılınmıştır.
 
Batıda özellikle iki partili sistemin geçerli olduğu İngiltere ve ABD’deki gibi İşçiler-muhafazakârlar, demokratlar-cumhuriyetçiler arasındaki Ortak Pazar ve devletleştirme gibi kararlar dışında farklı eğilim ve doktriner karşıtlık bugün bile ayırdedilememektedir.  İngiltere’de 1966’da İşçi Partisi milletvekillerinin yüzde 57’si serbest meslek sahibiyken sadece yüzde 14’ü işçileri temsil ediyordu. Kutuplaşmaya yol açan siyasal sistem toplumun parçalanmasına ve manipülasyonuna hizmet eder görünmektedir, seçim sonuçta bir kadronun onaylanması işlemiydi, mali ve medyatik destekle kazanılıyordu ve modern siyasal toplumu etkileyense kitle iletişim araçlarıydı.
 
Sovyetler Birliği üniter devlet yapısı içinde çok uluslu bir federe devletti. Sovyet parlamentosu “Yüksek Sovyet” (kurul, meclis) anlamına geliyor ve iki meclisten oluşuyordu.  Birlik Sovyeti halkın tamamını, Milletler Sovyeti Federe Cumhuriyetlerle Özerk Cumhuriyet, Özerk Bölge ve Milli Bölge’yi temsil etmekteydi. İki meclis de eşit haklara sahipti ve yürütme gücü olan “Yüksek Sovyet Prezidyumu”nu (32 üyeli cumhuriyetleri temsil eden ve devlet başkanının görevini yapan kolektif bir organ) birlikte seçerlerdi, adı 1946’ya kadar “Halk Komiserliği” olan Bakanlar Kurulu Yüksek Sovyet’e karşı sorumluydu. Ruhban egemenliği ve toprak oligarşisi karşısında yeni bir yöntem olarak David Zaslavski “Sovyet halkı, tek partiyi, yeni tipte bir demokrasiye özgü yeni bir olgu olarak dünyaya tanıtır” diyordu.
 
Tarihsel gelişim süreci içinde, özellikle antik çağda başlayıp, ortaçağ boyunca, yerel yönetim kavramı hükümdar merkezli ve hemen hemen askeri içerikliydi, yani askeri örgütlenmeydi. Komün kelimesi yerel yönetimler için kullanılmıştır. Yerel yönetimler Eski Yunan hatta Sümerlere dayanıyor. Batı Avrupa’da feodalitenin yıkılışıyla birlikte kentlerin geliştiğini görüyoruz. 2.Yy ile 10.Yy arasındaki derebeylik düzeninden sonra yeni bir sınıfın yaşadığı çok daha ayrıcalıklı kentler ortaya çıkıyor.  Burjuva sınıfının yaşadığı kentler feodal beylerin yaşadıklarından ve senyör malikânelerinden çok daha farklıydı. Almanya’da ise yerel topluluklar özgür kent niteliği taşıyordu ve sonucunda İsviçre, Hollanda ve Belçika gibi ülkeler ortaya çıkmıştı.
ABD’de valiler yöre halkınca seçilirler. Rusya Federasyonu’nda da cumhuriyetlerin temsilcilerini yerel halk seçmektedir. Çin, İspanya ve Portekiz gibi üniter yapılı devletlerin özerk bölge temsilcileri de yöre halklarınca seçilmektedir. Fransa ile İngiltere siyasal birlik ve merkezleşmenin en fazla önem verildiği ülkelerdir. 1982 yılına kadar Fransa’da merkezi bir devlet yapısı vardı fakat 1982 yerel yönetim reformu ile yerel yönetimler daha güçlü hale getirildi. Fransa’da ayrıca ülke çapında halk tarafından seçilmiş olan belediye meclisi üyelerinden, il yerel meclis üyelerinden ve bölge yerel meclis üyelerinden oluşan seçmenler tarafından 9 yıllığına seçilen 331 üyeli senato seçimleri her 3 yılda bir yapılır ve her seçimde senatonun üçte biri yenilenir.
Türkiye’de yürürlükteki mevzuata göre yerel yönetim birimleri, il özel idaresi, belediye ve köy olmak üzere 3’e ayrılır. İl özel idaresi birimleri vali, il genel meclisi (sınırlı yasama organı) ve encümen’dir (yerel yürütme birimi). Büyükşehir belediyesinin organları ise belediye meclisi, encümen ve belediye başkanıdır.  Osmanlı Devleti’nde ilk defa 22 Eylül 1858 tarihli ‘‘Vali, Mutasarrıf ve Kaymakamlıkların vazifelerini Şamil Talimatname'' ile ülke, eyalet, kaza ve kariye’lere ayrılmış, eyaletin idareleri valilere, kazaların  (liva, sancak) idaresi kaymakamlara verilmişti. Müstakil sancaklar yani eyalete bağlı olmayan sancaklar ise, birer mutasarrıf idaresine terkedilmişti. Bugünkü il özel idarelerimizin temeli 1864’te atılmıştır.  Osmanlı İmparatorluğunun çöküş dönemindeki yenileştirme çalışmaları, idare sistemini de etkilemiş ve yerel yönetim (mahalli idareler) sistemi ilk kez 1864’te Fransa’daki taşra örgütlenmesi olan “département” sisteminden esinlenerek hazırlanan “Teşkilât-ı Vilayet Nizamnamesi” ile getirilmişti.
Daha önceleri merkezden atanmış bürokratlarla eyalet sistemi sürdürülürken, özellikle Tanzimat’tan sonra merkezden atanan bürokratlara yardımcı yerel kurullar oluşturulmaya başlanmıştır. “Teşkilât-ı Vilâyet Nizamnamesi”nin ilanından sonra idari yapılanma vilayet, liva, kaza ve karye şeklinde yönetim birimlerine bölünmüştür. Vilayete bağlı livaların her birinden halk tarafından seçilen ikisi müslüman, ikisi hristiyan dört üyeden oluşan “Vilâyet İdare Meclisi” (İl Genel Meclisi) meydana getirilmişti. Yılda bir kez valinin başkanlığında toplanarak sosyo-ekonomik sorunları görüşen “Vilâyet Umum Meclisi” modern anlamda ilk yerel örgütlenmedir. 1870 tarihli “İdare-i Umumiye-i Vilayet” nizamnamesiyle tevsii mezuniyet (yetki genişliği) sistemine geçilmiş, taşra kuruluşlarındaki bürokratların yetkileri artmıştı. 1876 Anayasası da vilayet ve belediye meclis üyelerinin seçimine ilişkin kanunların çıkmasını öngörmüş ve İl Özel İdaresi ilk kez anayasal hüviyete kavuşmuştu. 1908’de 2. Meşrutiyetin ilanından sonra da vilayetlerin idaresini Anayasaya göre düzeltmenin gerekliliği kabul edilmiştir. Çünkü 1876 Anayasası vilayetlerin yetki genişliği ve görevlerin ayrılması esaslarına göre düzenleneceğini belirtmekteydi. Bu amaçla Danıştay başkanının başkanlığında bir özel komisyon kurularak çalışmalara başlanmıştır. İdari ademi merkeziyet esaslarına göre hazırlanan tasarı Mebusan Meclisine verilmiştir. Meclis komisyonu, bu tasarıyı 1908’den 1912’ye kadar tetkik ederek, vilayetlerin idaresini “İdare-i Umumiye-i Vilayet”, “İdare-i Hususiyet-i Vilayet” isimleri ile iki kısma ayırmış ve tasarıyı meclise sevk etmiştir. Ancak Balkan harbinin çıkması, kanunun çıkmasına engel olmuştur. Balkan harbi çıkmadan işbaşına gelen hükümet, tasarıyı geri çekerek, bazı değişiklikler yaparak 26 Mart 1913 tarihinde muvakkat kanun mahiyetinde bir kararname çıkararak yürürlüğe koymuştur. Bu muvakkat kanunla vilayet idarelerinde merkeziyet ve ademi merkeziyet prensipleri tatbik ediliyor, vilayet bir yandan devlet idaresinin mülki taksimat dairesi, diğer yandan bir ademi merkeziyet idaresi ve idare hükmi şahıs olarak düzenleniyordu. 1913 tarihli Muvakkat Kanunu vilayetin tüzel kişiliğini açıkça kabul etmiş olup, bu kanunun “İdare-i Hususiyet-i Vilayet” kısmı, halen yürürlükte olan ilk özel idareleri kanunun temelini teşkil etmiştir. Buna göre vilayet hususi idaresi, il dahilindeki mahalli bazı kamu hizmetlerini gören, tüzel kişiliğe sahip bir yerel yönetim kuruluşu olarak kabul edilmiştir. Kanun, devletin göreceği kamu hizmetlerinden bir kısmını vilayet özel idaresine vermiş, bu açıdan merkezi idare ile vilayet arasında bir işbölümü yapmıştır. Aynı kanun il genel meclisinin başkanlığına valiyi getirerek ve meclisin kararlarının valinin onayından sonra uygulanmasını kabul ederek, seçimle gelen il genel meclisinin üzerinde ağır bir vesayet getirmiştir. 1908’de 2.Meşrutiyet’in ilanından sonra başlatılan girişim 1913 Mart ayında, il özel yönetimleriyle ilgili temel yasanın yürürlüğe girmesiyle sonuçlanmıştı. Bu yasa kaynağını Fransa’da 1790 yıllarında ve Napolyon’un konsüllüğü zamanında kabul edilip 1838 ve özellikle de 10 Ağustos 1871 tarihinde geliştirilen kanunların hükümlerinden almıştır. 1913 tarihli İdare-i Umumiye-i Vilayet-i Kanun-u Muvakkat (İllerin Genel Yönetimine İlişkin Geçici Yasa ) “İlin Genel Yönetimi” ve “İlin Özel Yönetimi” olmak üzere iki bölümden oluşmuştur ve 1-74 üncü maddeler İllerin genel yönetimi, 74 üncü maddesinden sonra gelen maddeler il özel yönetimleri ile ilgiliydi. 1-74 üncü maddeler 18 Nisan 1929 tarihli ve 1426 sayılı Vilayet İdareleri Kanunu ile yürürlükten kaldırılmıştır. İllerin özel yönetimine ilişkin 75. ve bu maddeyi izleyen maddeler ise bugüne kadar türlü değişikliklere uğramakla birlikte esas açısından hep yürürlükte kalmıştır. 1914 yılında, yasalarda, görevler, gelirler ve bütçe konularında kimi değişiklikler yapılmış ise de, asıl çatı değişmemiştir. 1929’daki 1426 sayılı yasanın yerini 10 Haziran 1949 tarih 5442 sayılı İl İdaresi Yasası almıştır. Cumhuriyet döneminde yapılan küçük değişikliklerden sonra, 1987 yılında yayınlanan 3360 sayılı yasa ile sistemde günün değişen koşullarına cevap vermesi beklenen değişiklikler yapılmamıştır. Cumhuriyet döneminin hukuk ve idare sistemi bakımından geçmiş dönemlere göre en önemli üç karakteri; laiklik esasına dayanan tek hukuk ve idare sistemine geçilmesi, kuvvetler birliğine dayanan ve Cumhuriyet şeklinde bir devlet sistemine geçilmesi ve hukuken ve fiilen ekonomik liberalizme dayanan bir sistem yerine devletçiliğin seçilmesidir. Dönemin idare sistemini şekillendiren en önemli özelliklerinden birisi Devletçilik ilkesidir. Cumhuriyet yönetimi ilk olarak, yabancı ülkelerin siyasi ve ekonomik çıkarlarının etkisinde kalan, imtiyazlı kamu hizmetlerini devletleştirerek tasfiye etmişti. Bu hizmetlerden sınai ve iktisadi bir kısmı bile özel sektör yerine özel teşebbüslerin                           sermaye ve kaynaklarının yeterli olmadığı, kamu yararı ile özel yararı telif etme, gerekirse kamu için fedakarlıkta bulunma his ve şuurundan yoksun oldukları için, devlet, bu teşebbüsleri birer amme hizmeti sayarak, bizzat kurup işletmeye ve idareye karar vermiştir. Devletin idari faaliyetlerinin sanayi ve ekonomi alanında da yayılması kamu hizmetlerini arttırmıştır. Devletçilik 1924 Anayasası’nın 1. maddesinde 1937 yılında yapılan değişiklikle Anayasaya girmiş ve bir anayasa prensibi halini almış, TC yönetimi Anayasa hükmü gereği “Devletçi” olmuştur. Cumhuriyet döneminde yapılan küçük değişikliklerden sonra 1987 yılında 3360 sayılı Kanunla 1913 yılında geçici bir kanun olarak yürürlüğe konulan yasanın bazı maddeleri yeniden düzenlendi ve adı "İl Özel İdaresi Kanunu" olarak değiştirildi. 3 Mart 2004'de İl özel idarelerinin yeniden yapılandırılmasını amaçlayan "İl Özel İdareleri Kanun Tasarısı" TBMM'ye sunularak, 23 Haziran 2004 tarihinde yasalaştı. Bazı değişiklerle Cumhurbaşkanı Sezer tarafından da onaylanarak 4 Mart 2005 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanıp yürürlüğe girdi. 5197 Sayılı Yasa'nın gerekçesinde "İl Özel İdarelerinin, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ve adaylık sürecinde bulunduğumuz Avrupa Birliği'nin mahalli idarelere ilişkin genel yaklaşımı ışığında; güvenilir, açık ve saydam, hesap verme yükümlülüğü olan, verimli, etkin ve kaliteli hizmet sunabilen bir yapıya kavuşmaları öngörülmektedir" denilmektedir…
Yerel yönetim seçimleri Tanzimat döneminde başlamıştır. Yerel yönetim kavramı geliştirildikçe temsilciler halkın çoğunluğunun oyu ile belirlenmeye başlamıştır. Türkiye’deki il ve belediye meclis seçimleri 2972 sayılı yasayla düzenlenmiştir. 25 yaşını dolduran ve ilçe sınırları içinde yaşayan herkes aday olabilmektedir. Üye sayısı nüfusla orantılı belirlenir. 25 bin’e kadar nüfuslu ilçeler için il genel meclislerine 2 üye, her 100 bin’den fazla nüfuslu ilçeler için 5 üye seçilir. 100 bin nüfusu aşan her 100 bin’lik nüfus için 1’er üye daha seçilerek tüm üyelerden de il genel meclisi oluşmaktadır. Demokratik anlayışla hiç de bağdaşmayan yüzde 10 ülke barajı seçim bölgelerinde de geçerli olduğundan temsilci dağılımını büyük partiler lehine değiştirmekte ve yürürlükteki nisbi (barajlı d'Hondt) seçim sistemine göre eleme yapıldığından ülke barajını aşmayan bağımsız ve küçük partili adaylar seçilememektedir.  Seçim çevrelerinin küçültülmesi baraj etkisi ve temsil edilememe olanağını kısmen azaltır gibi görünse de seçim çevrelerinin iktidar partileri tarafından kendi oy potansiyellerine göre çizilmesi uygulamasını (Gerrymandering) gündeme getirir ve bölgeci eğilimleri artırır. Ülkemizde 1950-1960 yılları arasında DP iktidarı, kendisine oy vermeyen seçmenlere karşı bir tepki olarak benzer uygulamalara girişmiş ve gelecek seçimlerde kendisi için daha uygun olacağına inandığı zeminleri elde etmeye çalışmıştır.